29 Eylül 2012 Cumartesi

SEVGİLİ KULA GELEN İKİ SIKINTI...



Allahü teâlânın sevdiği bir kulun başına iki sıkıntı gelir: 

Birincisi, 
bedenine sıkıntı gelir. Bu kimse, ağlar sızlar, dua eder, tevbe eder, günahları affedilir.

İkincisi, 
insanlar onun hakkında ileri geri konuşurlar, iftira ederler. Onun günahlarını yüklenirler, temize çıkarırlar. 

Cem-i zıddeyn muhaldir.
 Yani iki zıt şey bir arada bulunmaz. Bir şeyde iki sevgi aynı anda bulunmaz. Bir kalbde hem dünya sevgisi, hem de ahiret sevgisi bir arada bulunmaz. 

Allahü teâlânın veli kulları, âlimler, evliya zatlar görülünce Allahü teâlâ hatırlanır. Genel bir kaide vardır; kim neye en çok düşkünse, o kişi görülünce düşkün olduğu şey hatırlanır. Dolayısıyla, evliya kullar görülünce de Allahü teâlâ hatırlanır.

Birisi bize Allah için ihlâsla bir şey sorarsa, eğer biz de Allah için ihlâsla cevap verirsek, verdiğimiz cevap yanlış olsa bile, bu samimiyetten dolayı Allahü teâlâ bu neticeyi, bu yanlışı doğrultur. Onun için, bize birisi bir şey sorarsa, zerre kadar kendi menfaatimizi düşünmeden konuşmalı, yani kendi adımıza değil, onun adına, onun menfaatine konuşmalı. 

Dinimize bir zararı olmayan bir şeye müdahale etmemeli, sabretmeli. Dinimize bir zararı olmadığı müddetçe, kimseye söz söylememeli. Dinimize zararı yoksa nefsimize zararı var demektir. Nefs ise, kâfir olarak yaratılmıştır.

Bir araya gelince mutlaka, birkaç kelime de olsa dinden, imandan bahsetmeli; çünkü bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Allah’ı anmadan, Peygambere salevat getirmeden toplanıp dağılmak, leşin başından dağılmak gibidir.) 

Besmeleyle yenen lokmalar vücuda şifadır, besmelesiz yenen lokmalar ise vücutta hastalık yapar. Lokmaları, besmele söyleyerek yiyen kimsenin vücuduna, şeytan giremez. Besmelesiz yenen lokmalarla beraber, şeytan da vücuda girer. Büyük zatlar her lokmada besmele çekerlerdi.

İki tane şeytan yola çıkmışlar. Bir beldeye gelmişler. Biri diğerine demiş ki:
— Sen şu eve, ben bu eve! Bir ay sonra burada görüşelim. 
— Tamam. 

Bir ay sonra bunlar buluşmuşlar. Bir tanesi çok zayıflamış, ip gibi olmuş, diğeri ise aşırı şişmanlamış. O şişman olan demiş ki:
— Bu ne hâl? 
— Mahvoldum ben.

— Ne var, ne oldu?
— Yahu, ne yeseler Besmele çekiyorlar, bir şey koysalar, Bismillah, Bismillah, Bismillah. Biz bir yere giremedik, bir şey yapamadık. Ölüyorum açlıktan. Peki ya sen? 

— Ben şimdiye kadar bir sefer bile Besmele dediklerini duymadım.

27 Eylül 2012 Perşembe

NEFSİNLE KONUŞ...



Nefs yaratılışta iyi işlerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur ve hep tembellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ bizlere, nefslerimizi bu huyundan vazgeçirmeyi, yanlış yoldan doğru yola çevirmeyi emretmektedir. Nefsin, saadete kavuşmasına mani olan en büyük perde, gafleti ve cehaletidir. Gafletten uyandırılır, saadetinin nelerde olduğu gösterilirse, kabul eder. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ,(Allahü teâlâ keşf ve ilham ile bildirirse, ancak onu fayda verir!) buyurdu. O halde önce kendi nefsimize nasihat etmeli ve onu azarlamalıdır!

Nefsimize demeli ki
- Ey nefsim, yaptığın bütün işler kendi zararınadır.
- Benim kâr ve zararım nedir?

- Sen bir tüccarsın, kârın ebedi saadet, zararın ise ebedi felaket... Sermayen ise ömründür. Ebedi saadet ömür sermayesi ile kazanılır. Ömür tükenince ticaret kesilir. Şu anda ölmüş olsaydın, salih amel işleyebilmek için dünyaya geri gelmek istemez miydin?
- Elbette isterdim.

- Farzet ki öldün, bir günlüğüne dünyaya geldin. Uzun vadeli işe girilir mi?
- Her günü nasıl karşılamalıyım?

- Allahü teâlâ bana bugün de mühlet verdi, diye hareket etmelisin!
- Fakat fazla çalışmak hoşuma gitmiyor. Allah affedebilir.

- Ey nefsim, affolurum ümidiyle kendini avutma! Affa uğramak herkese nasip olmaz.
- O halde ne yapmalıyım?

- Ölümle seni terk eden her şeyi terk et! Dünyada ne kadar sıkıntı çekilirse, ahirette o kadar rahatlık var demektir.
- Ben sıkıntıya gelemem.

- Ey nefsim farzet ki hasta oldun, mesela şeker hastası... Kendisine itimat ettiğimiz mütehassıs bir doktor, senin çok sevdiğin tatlıları, balı, baklavayı sana yasak etse, faydalı olur diye acı ilaçlar verse, hastalığın iyi oluncaya kadar, uzun müddet sevdiğin tatlıları bırakıp, acı ilaçları içmeye devam eder misin?
- Kim etmez?

- Farz et ki, dostlarının yanına gitmek, sevdiklerine kavuşmak için uzun bir yolculuğa çıktın. Varacağın yerde, istirahat edeceğini, gayet rahat olacağını umduğun için yol meşakkatlerine, güç sıkıntılara ister istemez katlanmaz mısın?
- Elbette katlanırım.

- İşte sen bir yolcusun, varacağın yer ahirettir. Yolcu yol meşakkatlerine katlanmak mecburiyetindedir. Şayet yoldaki sıkıntılara katlanmayıp, rahat edeyim diye yola devam etmezse, ne olur?
- Yolda kalır, sevdiklerine kavuşamaz, helak olur.

- O halde bazı sıkıntılara katlanmak gerekir. Bu sıkıntılar görünüşte çok acı ise de, bunların birer nimet olduğunu unutmamalıdır. Nasıl şeker, şeker hastası için bir zehir ise, dünya tamahı da şekerle kaplanmış birer zehirdir.
- Yani mal ve makamdan vaz mı geçeyim?

- Hayır, malın kendisi değil, mala muhabbet kötülenmiştir. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak mal ile olur. Birçok dini vazife mal ile olur. Sıhhat ve namus mal ile korunur. Mal, helal yolda kullanılırsa, dünyalık değil, ahiretlik olur.
- Ben çok merhametliyim, bu sapıkların Cehenneme gitmesini istemiyorum. Ne pahasına olursa olsun onlarla mücadele etmek istiyorum.

- Üstünde akrep olan bir kimsenin, o akrebi üstünden atmaya, onu öldürmeye çalışmayıp da, başkasının yüzüne konan sinekleri kovalamaya çalışması ahmaklık değil mi?
- Evet.

- O halde her biri zehirli akrepten daha fena olan birçok kötü huyun mevcutken, başkaları ile mücadele etmek uygun olmaz.

26 Eylül 2012 Çarşamba

İFTİRA ETMEK..


İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Yalan söylemek ve iftira etmek haramdır, sakınmak lazımdır. Bu iki fenalık, her dinde de haram idi. Cezaları çok ağırdır. (C.3, m.34)

İftira büyük günahtır ve çok fenadır. Bunda yalan söylemek de vardır ki, yalan, her dinde haramdır. İftirada bir mümini incitmek de vardır ki, bu da, başkaca haramdır. Bunlardan başka, iftira etmek, yeryüzünde fesat çıkarmaya, ortalığı karıştırmaya sebep olur ki, bu da haramdır. (C.3, m.41)
Müslümanlara suizan, zulüm etmek, mallarını gasp etmek gibi ve haset, iftira ve yalan söylemek ve gıybet etmek gibi haramdır. (Hadika)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: 
(Bir kimse, bir mümin hakkında olmayan bir şey söylerse, iftiraya uğrayan kimse, onu affedinceye kadar, Allahü teâlâ onu Cehenneme sokar.) [Ebu Davud]

(Bir müminde her haslet bulunabilir. Ancak hıyanet ve yalan bulunamaz.) 
[İbni Ebi Şeybe] 

(Yalan, münafıklıktan bir kapıdır.) [İbni Adiy] 

19 Eylül 2012 Çarşamba

ANNELİĞE GEÇİŞ...


Bilindiği gibi annelik temelde içgüdüsel olmasına rağmen genellikle öğrenilebilir davranışlardır. Annenin bebeği ile olan önceki deneyimleri onun annelik kapasitesini arttırır. Genç anneler ilk annelik günlerinde ailesi ve arkadaşlarından ayrıldıklarından, yeni bir ortamda ve bilinmeyenlerle birlikte olduklarından zorlanırlar. 


Bu stresli dönem boyunca yeni anne, çevresi tarafından desteklenmeye ihtiyaç duyar. Evde mevcut ve alışılmadık yeni ortam ailenin diğer bireylerince fark edilmesi ve yeni anneye yardımcı olunması gerekir. Genç anneyi meraklandıran birçok soru vardır. 

Genç anne yalnız mı olacak yoksa birçok kişiyle birlikte mi olacak, bu kadın işine tekrar dönebilecek mi, dönebilecekse ne zaman, bu ani değişikliklerin üstesinden gelebilecek mi, kişiliği buna uygun mu? gibi bazı hormonal değişiklikler gebelik ve doğum sonrası dönemde strese katkıda bulunur. 

Gebelikte en sağlıklı kadında bile sık idrara çıkma, göğüslerde ağrı, bulantı, karında genişlemenin verdiği huzursuzluktan doğan fiziksel stresler vardır. Kadınların çoğu vücut şekli, rollerin değişmesi, hamileliğin eşi üzerindeki etkisi, kariyeri, mali kaynaklar veya anne olma yeteneği konusunda endişe duyarlar. Bu endişeler genellikle dile getirilemez. 

Gebelik sırasında genellikle evliliğe ait memnuniyet azdır. Bu dönem boyunca asabiyet ve korku normaldir. Direnme gücü kadının hayat tecrübelerine, kişilik tipine, sosyal desteğe bağlıdır. Bu zorlu dönemlerde anne adayına en büyük desteği eşi vermelidir. Onun kaygılarını azaltmak, sıkıntısını hoş görmek baba adayının en önemli ve en zor görevlerinden biridir.

Opr. Dr. Yurdanur Erkılıç 


14 Eylül 2012 Cuma

BENİM SONUM NE OLACAK...



Ali Bekka hazretleri çok ağlardı. Öyle ki, gözyaşı tuzlu olduğu için yüzünde aktığı yerde iz bırakmıştı, yani devamlı aktığı için geçtiği yerleri kısmen çürütmüştü. Bu yüzden kendisine “Bekka” yani “çok ağlayan” lakabı verilmişti. Ancak böyle ağlamasının sebebini kimse bilmiyordu. Bir gün sevenleri çok ısrar etti, yalvarıp yakardılar, bu ağlamanın sebebini sordular, o da sonunda şöyle anlattı:

Seneler önce, aç ve susuz kalarak harikulade hallere sahip olan bir arkadaşım vardı. Bir defasında ikimiz birlikte tayyi mekan ile Bağdat’tan çok uzaktaki şehre bir anda gittik. Orada bana, (Ali, falan tarihte benim evimde ol, vefat ederken, sen yanımda bulun) dedi, (Sakın ihmal etme, bu sana vasiyetimdir) diye de sözüne ekledi. Sonra işimizi görüp, yine tayyi mekan ile Bağdat’a döndük.

Aylar sonra bu sözü hatırıma geldi, dediği gün evine gittim, ölüm döşeğinde idi. Son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Ama yüzü doğu tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Yine kıbleye çevirdim. Yine doğuya döndü. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki, (Ali, hiç uğraşma, benim İslam’dan nasibim kalmadı, ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim!) Sonra, Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, imanı gideren sözler söylemeye başladı. Din-i İslam’dan çıktı. Nihayet imansız öldü. Bunu duyanlar cenazesini dışarıya attılar. Olay duyulunca cesedin etrafını kalabalık sardı, kızanlar, sövüp sayanlar, bizim sonumuz ne olacak diye de ağlayanlar vardı.

Ben de aldım başımı köyden dışarı çıktım, yürüyüp giderken, benim sonum ne olacak diye hem ağlıyor hem tevbe ediyordum. Saatlerce yürüdüm. Epey uzaklarda bir Hıristiyan köyü vardı, oraya kadar gelmişim. Ortada bir cenaze, köylü etrafında toplanmış. Sövüp sayıyorlar. Beni görünce, (Ali hoca, Ali hoca, gel gel) dediler. Ben de yanlarına yaklaştım. Hışımla yerdeki cenazeyi göstererek, (Bu var ya bu, bizim dinimizi reddetti, sizin din üzere öldü, sizin söylediğiniz sözleri [kelime-i şehadeti] söyleyerek, ben Müslüman olarak dünyadan ayrılıyorum diyerek öldü. Biz de bu ölüyü ne yapalım, yakalım mı diye düşünüyorduk) dediler. Ben de, (Ne güzel, hak din üzere öldü, bunda kızacak ne var) dediysem de, iyice köpürdüler, (Bu bizim ruhbandı, bize hainlik etti, sonunda dinimizi reddetti, bâtıl yolda olduğumuzu söyledi, “Gelin siz de Müslüman olun, kâfirlikte kalmayın” gibi bize sonunda hakaretler etti)dediler.

Onlara dedim ki, ileride benim bildiğim bir köyde, biraz önce sizin dininiz üzere ölen birisi var. Onun da cenazesi ortada kaldı. Bu iki cenazeyi değişelim mi?

Hemen değişelim dediler. Bunun üzerine, cenazeleri değiştik. Onlar onu kiliselerinin yanındaki kendi mezarlıklarına gömdüler. Biz de bizimkini alıp, yıkayıp kefenleyip, cenaze namazını kıldık, bizim mezarlığa defnettik.

İşte bu olay üzerine senelerdir ağlıyorum, son nefeste benim halim ne olacak diye hep korku içindeyim. Ağlayışımın sebebi budur. Son nefeste şeytanın hilesi çoktur, bu hileden kurtulmak çok zordur. Ahmed bin Hanbel hazretleri vefat ederken eliyle işaret edip, hayır olmaz dedi. Oğlu, (Babacığım bu ne hâldir?) dedi. (Şeytan, benim elimde can ver diyor, ben de "Hayır olmaz! hayır olmaz!" diyorum) dedi. (Bir nefes kalıncaya kadar tehlike vardır. Şeytanın aldatmasından emin olmak yoktur, ama hocası sağlam olanın kurtuluş ümidi çoktur) buyurdu.

12 Eylül 2012 Çarşamba

NEFSE HAKİM OLMAK..


Nefsini terbiye eden ona hakim olur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İnanıp nefsini ıslah edene korku ve üzüntü yoktur.) [Enam 48]

(Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiş, kötülükte bırakan, zarar etmiştir.)[Şems 8,9]

(Sana gelen iyilik Allah‘tan, her kötülük ise nefsindendir.) [Nisa 79]

(Hz.Yusuf dedi ki: Ben nefsimi temize çıkarmam, benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum, çünkü nefs, Rabbim acıyıp korumadıkça, hep kötülüğü emreder.) [Yusuf 53]

Allahü teâlâ her şeyden önce aklı yaratmış, ona ilim, zeka, hulus, doğruluk, cömertlik, tevekkül, korku, ümit gibi hasletler vermiştir. İşte, bu akılla müşerref olan kimse, cenab-ı Hakkın varlığını ve birliğini tasdik ederek, Onun rızasına kavuşur.

Günahlar nefse tatlı gelir. İbadetler ise nefse zor gelir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Cehennem nefse hoş gelen, Cennet ise nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır.) [Buhari]

Mümin, nefsine aldanarak günah işleyebilir. Fakat, günah işlerken, aklı ve imanı onu üzer. İnsan, aklı ile iman eder. Nefse tatlı geldiği için de, günaha sürüklenir. Bundan dolayı, iman ile isyanın [günah işlemenin] aynı olmadığı, ayrı olduğu anlaşılır. Yani günah işleyene, ibadet etmeyene kâfir denmez. Bid’at fırkalarından bazıları, namaz kılmayana veya başka günah işleyene kâfir diyorlar. 

Bazı kimseler, hiç ibadet yapmaz, haramlardan sakınmaz, yani İslamiyet'e uymaz. (Allah kerimdir, beni de affeder) der. Burada nefs ve şeytan kendilerini aldatmakta, isyana sürüklemektedir. Aklı olan kimse, bunlara aldanmaz. Allahü teâlâ, kerim olduğu gibi, azabı da şiddetlidir. Bu dünyada, çoklarını fakirlik ve sıkıntılar içinde yaşattığını görüyoruz. Nice kullarını, hiç çekinmeden azaplar içinde yaşatıyor. Herkesi yaşatan O olduğu halde, yiyip içmeyen insanı yaşatmıyor. İlaç kullanmayan hastaya şifa vermiyor. Yaşamak, hasta olmamak ve mal sahibi olabilmek gibi, dünya nimetlerinin hepsi için sebepler yaratmış, sebebine yapışmayanlara hiç acımayıp, dünya nimetlerinden mahrum bırakmıştır. Ahiret nimetlerine kavuşmak da böyledir. Küfür, kalbi ve ruhu öldüren bir zehirdir. Tembellik de, ruhu hasta yapar. Bunlara ilaç yapılmazsa, ruh hastalanır, ölür. Küfrün ve cahilliğin biricik ilacı, ilimdir. Tembelliğin ilacı da, namaz kılmak ve diğer ibadetleri yapmaktır. 

Bir kimse, (Allah kerimdir bana zehir tesir etmez) diyerek zehir yiyip içse, hastalanır, ölür. İnsanların bedenleri nazik olduğu için, yiyip içmek, giyinmek ve barınmak gibi şeylere ihtiyaç duyar. Bunları bulmak ve İslamiyet'e uygun olarak kullanabilmek için, hazırlamak çok güçtür. Bu işlerin kolay ve rahat yapılması için, insanlarda Nefs denilen bir kuvvet yaratılmıştır. Nefs, bedene lazım olan şeylerin yapılmasını ister. Bu şeyleri fazlası ile yapmak ona tatlı gelir. Nefsin isteklerineŞehvet denir. Şehveti, akla danışmadan, ihtiyaçtan fazla yapması, kalbe ve bedene zarar verir, günah olur. 

İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir, kendine kıymet verenin, Allah katında kıymeti olmaz. O halde nefsimizi kibirlenmekten korumalıyız. İlmi olduğu halde, kibrin zararını bilmeyene âlim denmez. İnsanın ilmi arttıkça, Allah’tan korkması da artar, günah işlemeye cesaret edemez.