27 Ekim 2013 Pazar

ŞÜKREDENLE SABREDENİN HİKAYESİ...

Medine’nin kadınları hem güler yüzlü, hem de güzel yüzlüdür…Ancak Hifa Hatun bir başka güzeldir. Aynı zamanda oldukça da varlıklıdır.
Öylesine sıcakkanlı ve öylesine samimidir ki , kadınlar onu canları kadar severler, oğlu, erkek kardeşi ya da ağabeyi olanlar , Hifa’yla akraba olmak isterler.
Hele erkekler…Araya hatırlıları koyup , izdivaç teklif ederler.
Hifa Hatun’un methi hızla yayılır ve çok uzaklara gider. Pek çok erkek Hifa Hatun’la evlenebilmek için âdeta can atar. Hekimleri ,tüccarları bırakın bir yana , Necaşi gibi imparatorlar, vezirler, sultanlar bile sıraya girer…Taliplerin önü arkası kesilmez. Kimi ayaklarına halılar serer, kimi mücevherler döker , kimi yüz kızıl tüylü deveyi getirip kapısına bağlar, kimi ise köşklerinin anahtarlarını önüne atar…
“EVLENMEN LÂZIM”
Ancak Hifa Hatun hiçbirini kabul etmez. Hiçbirine dönüp bakmaz bile …Çünkü o, sadece Allah’ın rızasını diler. Bir başka ifadeyle , Hifa’nın hedefi sabrederek rızayı İlahi’yi kazanmaktır.
Bir gün Efendimiz’in ( Sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna çıkıp “Ey Allah’ın Resûlü, beni Cennet’e götürecek bir şeyler öğretir misiniz bana…” der. Doğrusu o, Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) “gündüzleri oruç tut” ya da “geceleri namaz kıl” gibi bir tavsiyede bulunacağını sanır ama Server-i Kâinat Efendimiz ; “Önce evlenmen lâzım” buyururlar.Sonra da devam ederler; “Zira bununla dininin yarısını emniyete alırsın!..”
Hifa Hatun , büyük bir teslimiyetle boynunu büker ve “Siz kimi münasip görürseniz ben ona razıyım Yâ Resulallah” der.
O elbette ki sıradan bir hanım değildir ve onu nikâhına alacak erkeğin de “özel” birisi olması gerekmektedir. Hazret-i Rasûlullah ( Sallallahu aleyhi ve selllem) her zaman olduğu gibi pratik bir çare bulur ve “Yarın sabah mescide ilk gelenle evlen” buyurur. Bu teklifi duyan Hifa Hatun’un talipleri de erken kalkmak için tedbirler düşünür kendilerince hazırlık yaparlar…
Bu haberi Hazret-i Süheyb isimli sahabe de duyar ama pek dikkate almaz. Zira o , fakir ve kimsesiz biridir. Gariptir. Evi, yurdu da yoktur. Karnını bile zor doyurur. Kâh ağaç altlarına uzanır, kâh mescid gölgelerine kıvrılır…Uzun boyuna rağmen o kadar zayıftır ki, rüzgâr sert esse ayaklarını yerden kaldırır.
Ama işe bakın ki, o gece Allahü teâlâ , bütün sahabelere derin bir uyku verir. Hifa Hatun’un talipleri , gözlerine çöken uyku ağırlığına yenik düşerler. Resulullah Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) her zamanki gibi imsak sökerken mescide gelir ve mescide girecek ilk sahabeyi bekler.
Nitekim mescidin eşiğinde bir gölge belirir ve Hazret-i Süheyb( Radıyallahu anh) içeri girer. Böylece zayıf ve fakir haliyle Hifa’yla evlenmeye hak kazanan kişi o olmuştur.
Resûlullah Efendimiz ( Sallallahu alehi ve sellem) namazdan sonra Hifa Hatun’u çağırtıp neticeyi bildirir. Hifa Hatun büyük bir teslimiyetle kabul eder.
Âlemlerin Efendisi (Sallallahu aleyhi ve sellem) güzel bir hutbe okur ve nikâh akidlerini yaparlar. Sonra talihli sahabeye döner ve “Ey Süheyb, şimdi hanımına bir hediye al ve tut elinden evine götür” buyururlar. Süheyb( Radıyallahu anh) , ellerini çaresizlikle iki yana açar ve kemal-i edeple;
“Yâ Rasulallah, benim ne bir dirhem gümüşüm, ne de sığınacak evim var” der.
Bunu duyan Hifa Hatun, kocasının boynunu daha fazla büktürmez, ona içinde on bin dirhem gümüş olan süslü bir heybe gönderir ve “Filanca yerdeki köşkümü sana hediye ettim, Yâ Süheyb!” der. 
Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu duruma çok hislenirler, onlara hayır dualar ederler.
Hazret-i Süheyb (Radıyallahu anh) o gün Medine sokaklarında dolanır durur, akşama doğru biraz da çekinerek konağa gider. Hifa Hatun, kocası Süheyb’i büyük bir nezaketle ve güler yüzle karşılar. Süheyb, kendisi için hazırlanan muhteşem sofradan ya bir, ya iki hurma alır ve Hifa’ya dönerek; “Yâ Hifa , biliyorum sen benim için bulunmaz bir nimetsin ; ben ise senin için sadece mihnetim. Benim şükretmem gerek , senin ise sabretmen gerek !..İster misin şu geceyi ibadet ve taatla geçirelim. Zira Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir sohbetinde , Cennette yüksek bir çardak vardır, orada yalnız şükredenlerle sabredenler otururlar, demişlerdi…”
Ardından tekrar sorar:
“Ne dersin Yâ Hifa…?”
“Elbette senin söylediğin gibi yapalım” der Hifa . Ve öyle de yaparlar.Seccadelerini gözyaşları ile ıslatır, kalplerini zikr ile aydınlatırlar. Cebrail aleyhisselam bu olup biteni Resulullah Efendimiz’e (Sallallahu aleyhi ve sellem)anlatır ve onları Allahü teâlâ’nın Cenneti ve cemaliyle müjdeler.
Ertesi sabah, namazdan sonra Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem), Hazret-i Süheyb’i yanlarına oturtur ve “Ey Süheyb, gece geçirdiğin hali sen mi anlatırsın, ben mi anlatayım?” diye buyururlar.
Süheyb , gözlerini yumar , zor duyulan bir sesle “En iyisini , en doğrusunu siz bilirsiniz ey Allah’ın Resulü” diye cevap verir.
Efendimiz ( Sallallahu aleyhi ve sellem) buyururlar;
“Ne mutlu size , ikiniz de Cennetliksiniz ve Allahü teâlâyı görenlerden olacaksınız.”
YAN YANA DEFNEDİLDİLER
Bunun üzerine Hazret-i Süheyb (Radıyallahu anh) derhal secdeye kapanır ve gözyaşlarıyla yalvarır;
“Ey Allah’ım ! Sen ki beni mağfiret ettin , bari günahlara bulaşmadan canımı da al…”
Mevlâ teâlâ kalpten yapılan bu yanık duayı kabul eder ve Hazret-i Süheyb( Radıyallahu anh) secdede vefat eder.
Mescitte bulunanlar ağlarlar. Muhbir-i Sâdık Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) bunun üzerine “Size daha şaşılacak bir şey söyleyeyim mi?” diye buyururlar ve ardından devam ederler;
“ Şu anda Hifa da ruhunu Hakk’a teslim etti…”
Süheyb’le Hifa’nın namazlarını , âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulü’s-Sakaleyn Efendimiz kıldırırlar…
Sahabe-i Kirâm ikisini Cennet-ül Bâki’ye yan yana defnederler. Başuçlarına da küçük bir tahta koyarlar;
Birine “Şükredenlerden Süheyb” yazarlar…
Öbürüne ise “Sabredenlerden Hifa”…
Mekânları elbette cennettir…
Ruhlarına Fâtihâ..!

22 Ekim 2013 Salı

HER KAPTAN İÇİNDEKİ DIŞINA SIZAR...



Güzel ahlaklı olmalı, herkese iyilik etmeli. (Ama bu, iyiliğe lâyık değil) diyerek iyilikten vazgeçmemeli. Karşımızdaki ne olursa olsun, biz kendimize bakmalıyız. Hiçbir zaman kan kanla, idrar idrarla temizlenmez, ikisi de su ile temizlenir. Biz su olalım da, o ne olursa olsun!
İnsanlar hangi ahlak ve fazilet üzere ise, ona göre konuşur ve davranır. Peygamber efendimiz, (Her kaptan içindeki sızar) buyuruyor. Su kabından su, şarap kabından şarap dökülür. Yani her kapta ne varsa, dışarıya o sızar. İnsanda da, kalb denilen bir kap vardır. Buna ne doldurursak, ağzımızdan o çıkar ve yaptıklarımız da ona uygun olur. Mesela kalbde cömertlik varsa, elinde ne varsa verir. Bu kalbde ne güzellikler varsa, etrafımızdakilere ona uygun davranırız. Ama eğer içimiz fısk fücur, intikam, hırs, can yakıcı duyguyla doluysa, daima etrafına sıkıntı veren insanlar oluruz.
Bazı büyük zatlar bazen öyle kimselerle ortaklık kurarlardı ki talebelerin aklı ermezdi. Hatta bazıları (Bu adamla işbirliği yapılır mı?) diye şüpheye düşerlerdi. Ama birlikte iş yaptıkları o bozuk ahlaklı kimseler, hayatları boyunca hep o zatlara dua etmişlerdir. Çünkü onlar da insandır, bir güzellik gördükleri zaman, onlar da hayran olurlar ve ahlakları değişir.
Bir gün biri İsa aleyhisselama çok hakaret eder, kötü şeyler söyler. En sonunda İsa aleyhisselam, (Bana söyleyeceklerin bitti mi?) buyurur. (Bitti) cevabını alınca, (Ben peygamberim. Eğer hastan varsa, dua edip iyileşmesine sebep olayım. Paran yoksa, para temin edeyim. Bir üzüntün varsa çare olayım. Benden ne istiyorsun?) buyurur. Adam çok şaşırır ve oradan ayrılır. İsa aleyhisselam, çirkin hakaretlere karşı çok güzel şeyler söylemiştir. Havariler İsa aleyhisselama, (Bu kişi size hakaret etti. Siz ise tam aksini söylediniz, üstelik yardımcı olmak istediniz. Bunun hikmeti nedir?) dediler. (Herkes, yanında ne varsa ondan verir. Herkes kendi sermayesini kullanır. Onun sermayesi o, benim sermayem bu. Onun sermayesi bende yok, benimki onda yok. Ben o olamam) buyurur.

19 Ekim 2013 Cumartesi

GÖL OLMAK....


                                                   
Osmanlılar zamanında ihtiyar bir demirci, çırağının devamlı her şeyden şikâyet etmesinden bıkmıştı. Ona kalıcı bir ders vermeyi düşünen usta, bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, ihtiyar güngörmüş demirçi ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, üşenmeden ihtiyar ustasının söylediğini yaptı ama içer içmez de yüzünü buruşturarak ağzındakileri tükürmeye başladı.
  
"Tadı nasıl?"
 diye soran ihtiyara öfkeyle:


"Berbat! çok acı..." diye cevap verdi.
  Güngörmüş tecrübeli demirci içinden gülerek çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
  

"Tadı nasıl?"
  

"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
  

"Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu ihtiyar demirci.
  

"Hayır" diye cevapladı çırağı.
  

Bunun üzerine güngörmüş ihtiyar demirci, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
  

"Hayattaki ıstıraplar, elemler, kederler şu gördüğün tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. İnsanı üzen dert, bela ve musibetlerin, ıstırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu insanı rahatsız eden ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Kederin, üzüntün, ıstırabın olduğunda yapman lazım gelen tek şey acı-ıstırap veren şeyle alakalı hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."
  

"Rabbim kimseye taşıyamayacağı yük yüklememiştir. Biz o yükleri sızlana sızlana taşıdığımızdan hep ağır gelmiştir ve hep daha da sızlanmışızdır. Oysa ibretle baktığımızda şu fani dünyaya, neden dert ederiz ki?"
  

Allahü teala bizi, sizi ve bütün sevdiklerimizi sabırlı kullarından eylesin...

8 Ekim 2013 Salı

SADAKA BELAYI ÖNLER DUA KADERİ DEĞİŞTİRİR...

                               
Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepsi de günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını çalıp, 'ateş' ister. Ancak maksadı başkadır. “Belki yemek verirler” diye gitmiştir. Adam, kadının niyetini anlasada! bir şey vermez. Kadıncağız, bir daha gidip 'ateş' ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler. 
 
Yetimcik, annesine yalvarıyor: 
- Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer bir şey verirler. 
 
Kadın ağlamaklıdır: 
- Üç defa gittim! yavrum! Artık utanıyorum. 
 
Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. güze bir 'Sofra' hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü dua ediyor:
- Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu imanla şereflendir!
 
Ardından; 
- Âmiiiin! sesleri yükselir. 
 
O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve 'Şehâdet'i getirip imanla şereflenir. Nitekim Sadaka, belâyı önler. Ama dua, kaderi değiştirir! buyurmuştur büyüklerimiz.
 

3 Ekim 2013 Perşembe

İYİ ARKADAŞ SEÇİNİZ..


Ahmet Mekkî Efendi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” hazretleri, bir gün gençlere;
 “Kişinin dîni, arkadaşının dîni gibidir.
Âhirette cehennemden kurtulmanın
bir tek yolu vardır, iki değil”
buyurdu.

“O yol nedir efendim?”
dediler.